Irkçılığa Dair
Bir maç,
Kaybedilen 3 penaltı,
Sonrasında yaşanan ırkçı saldırılar,
Irkçılara karşı gösterilen tepkiler..
Euro 2020 final maçını izlemek için Trafalgar Meydanı’nı seçmiştim. Yalnız arkadaşlarla gidelim derken biraz gecikince girişin kapatıldığını öğrendim. Meydanın normalde olduğu gibi açık olmasını beklerken devasa ekranların dışında meydanın etrafının da tamamen kapatıldığını, girişlerde polisin önlem aldığını, akşam 7 gibi, yani maçtan 1 saat önce dahi girişi engellediğini gördüm.
Yer yer sarhoş olup kendini kaybetmiş, polise sataşan, elindeki bira şişelerini oraya buraya atanları görünce çok da iyi bir fikir olmadığını anladım meydanda veya oraya yakın bir yerde bulunmanın. Arkadaşlardan biri Piccadilly Meydanı’na yakın bir yerde Türk bir restorana doğru bizi götürünce bir nevi rahat ettik. İçerideki herkes zaten düzenli müşterilerdi. Arkamızdaki masada 3 Alman genç vardı maçı izlemeye gelen. Önümüzde ise 5-6 İngiliz ile onların arkadaşları 6-7 Hırvat ve birkaç farklı memleketten gençler vardı mekanda. Herkes sürekli içiyor ve maçı izliyordu.
Özellikle İngilizler biraz fazla hareketli olduklarından TV izlemek zor gibiydi. Ben de telefondan açtım. Hatta internetteki gecikmeden dolayı benim telefondaki görüntü TV’dekine göre 20 saniye ileride olunca maçı izlemek daha keyifli oldu. Çünkü büyük ekrandan önce ben olacağı biliyordum. İlk golde hepimiz sevindik. Sonra ikinci golü, İtalya’nın golünü görünce sesimi etmedim. Çünkü üzülecekti İngilizler. Ve kötü haberi veren olmak istemiyordum.
Penaltılara geldik. İtalya ilk penaltıyı kaçırdığında sevindim. Başkaları da arkama toplanmaya başladı. Sonra diğer penaltılar geldi ve sonuncuyu da kaçırınca İngiltere milli takımı, maç bitmişti artık.
Genelde iyimser olduğumdan sanırım, ikinciliğin dahi iyi bir durum olduğunu, 55 seneden sonra bu takımın yaptığının ciddi bir başarı olduğunu düşünüp kaybedilse dahi kutlama olacağını öngörüyordum. Ne büyük yanılsama! Finale çıkmanın, diğer bir deyişle en kötü ihtimalle ikinciliği zaten kutlamışlardı. Bir daha kutlamanın anlamı yoktu.
Tam dışarı çıkacakken bir arkadaşın arkadaşı olan İngiliz ile denk geldim. Bunu anlattım. Biraz sarhoştu zaten konuştuğum kişi. “Hiç söyleme” dedi. “Çünkü batırdılar” dedi. Teselli istemiyordu. Başaramamıştı takımı. Bu kadar netti durum. Tamam dedim.
Sonra da mekana gittiğimiz arkadaşlardan son kalan babası Vietnamlı, annesi Bulgar arkadaş ile birlikte çıkıp yürüdük Bond Street durağına kadar. Etrafta yüzlerce insan vardı. Hepsi üzgündü. Hemen hepsi sarhoştu. Ama gördüğüm kadarıyla bir taşkınlık, Trafalgar Meydanı’ndakinin benzeri agresif davranışlar yoktu kimsede. İnsanlar üzgündü. Hepsi bu kadardı.
Trene bindim eve geçmek için. Durak tıkabasa doluydu. Az zor da olsa ilk gelen trene bindim. Yine herkes saygılıydı birbirine. Salsaya gitmeyi düşünüyordum. Arkadaşlar dans etmeye devam ediyordu Southbank tarafında. İçimden gelmedi ve eve geçtim.
Pazartesi sabahtan beridir yaşananları ve sonrasındaki tepkileri takip ediyorum. İngiltere’de ırkçılığın ciddi boyutlarda olduğunu fark ettim. Sonra geçenlerde birkaç senedir burada yaşayan arkadaşımla sohbetim aklıma geldi. Ben yaşamıştım ki ırkçılığı. Hem de ciddi anlamda. Hem de hep ırkçı diye lanse edilen Almanya’da değil, doğduğum ve büyüdüğüm Türkiye’de yaşamıştım. Bu nedenle de İngilizlerin ırkçı davranışları bana tesir etmezdi. Çünkü ben beni etkilemesine izin vermezdim. İnsan kendini bildi bileli ırkçı davranışlara, muamelelere maruz kalınca alışıp umursamamayı, o kişileri dikkate almamayı öğreniyor.
Mesela daha sanırım daha 7-8 yaşlarındayken nezarete atıldığım zamanla başlamıştı ilk anılarım. Bisikletini çaldığımı iddia etmişti iki çocuk. Sonra babası gelmiş ve polisi çağırmıştı. Polis de beni nezarete atmıştı. O yaştaki çocuk nezarete atılır mı? Bisiklet çalmış olsam dahi, nezarete atılır mı o yaştaki çocuk? Demir parmaklıklar ardına. İçeride başkası yoktu o sırada.
Ağrı’da başıma gelmişti bu durum. İstanbul’da olsa, İzmir’de ya da Ankara’da olsa, Antalya’da ya da. Böyle olur muydu? İçeri atılır mıydım? Muhtemelen evet. Çünkü kimliğimde doğum yerim Ağrı idi, batıdaki başka bir il değil.
İstanbul’da, üniversite okuduğum dönemde, polis ara ara kimlik kontrolü yapardı. Çoğuna geç derdi. Benim gibi birkaçımıza durun bekleyin derdi. Yine onlar da benim gibi doğu ya da güneydoğudan gelen gençlerdi. Hiç şaşmazdı bu durum. Birçok aile çocuklarının doğum yerini İstanbul yapmıştı sırf büyüdüklerinde sorun yaşamasınlar diye. İsminden dolayı yaftalanan az mı insan vardır İstanbul’da? Geçende bir Facebook grubunda Rohat isimli bir gence, “O nasıl isim? Terörist adı gibi” diye yorum yapanlar vardı yine mesela.
Bu akşam BBC’nin Instagram hesabından bir hikaye izledim. BBC websitesinde de var bu haber. Bangladeşli bir genç Devon şehrinde yaşadıklarını anlatıyor. Beyaz yani İngiliz bir arkadaşı bu çocuğu görünce “Seninle ilk tanıştığımda senin terörist olduğunu sandım.” demiş. Çünkü ilk defa Asyalı birini görmüş İngiliz çocuk. “Seni tanımasaydım, senin gayet normal bir çocuk olduğunu bilemezdim. Ailenin normal bir aile olduğunu bilemezdim.” demiş. Ya da Bangladeşli bir kadın Nadia “Tenimdeki kahverengiliği ağartmak istedim” diyor. Yani kahverengi teninden dolayı yaşadığı ırkçılık kendini inkar etmesine yol açacak seviyeye gelmiş bazen. Yazıda hepsi var. Tavsiye ederim.
İnsan bilmediğinden çekinir, korkar. Televizyonlar da bu korkuları genelde müthiş derecede büyütürler, körüklerler. Yapılan programlar, filmler, genelde karşıtlık yani kontrast üzerine kuruludur. Seyirciye çekici gelen budur çünkü. Karşıtlık ve çatışma. Peki biz ne yapıyoruz bu duruma karşı? Olduğumuz yerde sayıyoruz büyük bir çoğunluğumuz. Yani bize televizyonlarda verilen bilgiyle kalıp öğrenmeye çalışmıyoruz gerçekten neler olup bittiğini dünyanın başka yerlerinde. Sadece dünyanın başka yerlerinde ne olup bittiğiniz değil kendi ülkemizde dahi herkesin aynı olduğunu, aynı olması gerektiğini, herkesin bizim gibi olması gerektiğini düşünüyoruz. Anadolu toprakları Mezopotamya’nın bir parçası olarak dünyanın ilk medeniyetlerinin doğduğu topraklar halbuki. Bu topraklardaki genetik çeşitlilik dünyanın başka hiçbir yerinde yok ki (ABD hariç).
Peki bu duruma çözüm var mı? Tabii ki var: Seyahat etmek. Gezmek, görmek, farklı insanları tanımak, onlarla arkadaş olmak. Onların dilinde onlara merhaba demek mesela. Teşekkür etmek. O zaman size karşı yaklaşımlarında müthiş bir dönüşüm de görürsünüz, baştan çok da sıcak davranmasalar dahi size karşı. Seyahat etmek derken kendi ülkenizde de seyahat etmek. En batıda yaşayan insanın en doğuda, en kuzeyde ya da en güneyde nasıl yaşandığını, insanların kültürlerini bilme şansı var mıdır?
Ben kendimi bildim bileli geziyorum ve yeni insanlar tanıyorum. Onlarla sohbet edip onların dillerini öğrenmeye çalışıyorum. Sadece dillerini değil, kültürlerini de öğrenmeye çalışıyorum. Sevgi çok önemlidir. Yalnız sevgiden önce saygı gelir. Saygı olmadığında sevgi temelsiz eve benzer bir nevi. Başka insanların kültürlerini öğrenip onların hassasiyetlerine karşı saygılı olduğunuz zaman dünya bambaşka bir yere dönüşür. Birçok insan diğerlerinin kültürünü öğrenmek yerine kendi kültürünü onlara benimsetmeye çalışmayı tercih eder. ABD’yi ve tüm dünyaya empoze etmeye çalıştığı kültürünü düşünebilirsiniz örneğin.
O durumda da çoğulculuğu, çokluğu kaybedip tekleşiyoruz. Fakirleşiyoruz aslında, kültürel anlamda. Az önce bahsettiğim videodaki gencin de bahsettiği gibi, iki kültürle büyüdüysen birini tercih etmek zorunda kalmamalı insan. İkisini de bünyemizde yetiştirecek ve büyütecek altyapımız var. İnsanlık olarak şimdiye kadar hep uyum sağlayarak, öğrenerek ayakta kalmışız. Ama bu yetimizi kaybedip tekleşmeyi tercih ediyoruz. Çok daha fazlasını da yapabiliriz halbuki. Başka dilleri öğrenerek, başka kültürler tanıyarak. Yalnız turist olarak seyahat etmekten söz etmiyorum. Gittiğimiz yerlerin kültürlerini, oralardaki hayat biçimini de öğrendiğimiz zaman gerçekten oraları görmüş, deneyimlemiş oluruz. Görüp konuştuğumuz, birlikte birşeyler yiyip içtiğimiz insanlardan da korkmayız. Çünkü onların bizden farklı olmadıklarını görüp biliriz.
Maça dönecek olursam, belki onbinlerce ırkçı İngilizden gelen ırkçı tepkilere karşı milyonlar tepki gösterdi, tepkilerini gösteriyorlar. Hatta bir gösteri dahi olacak merkezde. Çünkü ırkçılığa, ırkçılara en sert tepki gösterilmediğinde olay çok başka boyutlara gidebiliyor.
Benim bisiklet hikayemin sonunu merak edenlere de kısaca söyleyeyim. Bisikletimi satın alan amcam gidip bisiklet satıcısını karakola getirdi. Satıcı diğer adama hakaret ederek ona sattığı bisikletin yeşil değil mavi renkte olduğunu, ufacık çocuktan şikayetçi olduğu için kendisinden utanması gerektiğini söyledi. Beni de o arada nezaretten çıkardılar. Yalnız doğup büyüdüğüm memleketimde o yaşta hiçbir suç işlememişken, “Herkes suçu ispatlanana kadar suçsuzdur” kanununa rağmen nezarete konmanın travması halen daha var sanırım üzerimde.
“Sadece bu kadar mı?”, “Başka ırkçı neye denk geldin?” diye soran okurum varsa özelden yazsın. Anlatayım.