İstanbul’a Dair
İstanbul gibi bir şehre dair yazılacak şeyler bitmez. Sürekli de yenileri gelir. Benim de aslında yazacağım çok konu var İstanbul’a dair, çok anım var. Tek seferde yazmaya kalksam sanırım bir blog yazısından ziyade bir roman olur. Parça parça yazacağım ama. Fotoğraflarımla birleştirerek tabii ki.
Sondan geriye doğru gidelim. İstanbul’da yaşamak zordur. Hem de çok. Yalnız zorluğu da, kolaylığı da biraz nasıl baktığınıza da bağlıdır. Son 7 yıldır Zincirlikuyu’da çalıştım. O nedenle de İstanbul’un keyfini çıkardım diyebilirim. Hele de son 1 yılda. Arabamın arkası neredeyse sürekli doluydu. Önemli bir kısmı iki yönetmen sandalyesi, piknik ekipmanları, tabak, bardak, kaşık, çatal seti, termoslarım, yedek kıyafetten oluşuyordu. Yapmayı en sevdiğim aktivitelerden biri de denize yakın bir yere gidip sandalyemle oturup keyif yapmaktı. O sırada kitap okuduğum da oldu, sayfama yazı yazdığım da. Ya da sadece manzaranın keyfini çıkardığım. Hele de Kasım 2019’dan sonraki günlerde ve aylarda.
Başvurumu yapıp artık buralardan gidecektim. İstanbul’u bırakacaktım. Yorulmuştum biraz. Dinlenme ve yenilik zamanıydı. Ama gitmeden de İstanbul’u bir nevi, tüketmem gerekiyordu. Neler mi yaptım?
İnsanlar Boğaz’ı geçeceklerse genelde en kısa yöntem olan metrobüs ya da Marmaray’ı tercih ediyorlardı. Ben son 4-5 ayda o kadar çok Şehir Hatları vapurlarına bindim ki, belki son 7 senede ancak o kadar binmişimdir toplamda. Yolculuklarda benim için önemli olan vardığım yere ulaşma değil, yolculuğun kendisiydi. Onu da keyifli kılmak, daha uzun sürmesine rağmen vapura binmekle mümkündü.
Vapurun daha çok ön tarafına biniyordum. Ve gittiğim yöne doğru oturuyordum. Arkamı değil, önümü, geleceğimi görmekti amacım. Elimde çayımı yudumlarken yakın zamanda aldığım kulaklığımla Spotify’daki Grek Şarkılar çalma listemi dinliyordum. Yolculuk bu şarkılarla çok daha keyifli oluyordu. Hatta vapur seyahatim daha uzun olsun diye Eminönü yerine genelde Beşiktaş’a gitmeyi tercih ediyordum.
Dışarıda hava soğukken elinizdeki çay bardağının ısıttığı elleriniz, kulağınızdaki müzik ve hele de karşınızdaki manzara ile birleşince dünyada sizden daha mutlusu olmuyordu. Belki de daha hüzünlüsü. Kim bilir?
Bu satırları yazarken dahi bir an kendimi birkaç bin kilometre uzakta değil, o Boğaz’dayken hissettim şimdi.
Boğaz’daki vapur seyahati keyifli olsun diye motor yerine vapuru tercih ettim genelde. Balık istifi ya da ipe dizilmiş gibi seyahat etmekte pek de keyif görmüyorum ben. Ayrıca yola çıktığınız zaman da çok önemli. Mesela gün batımına doğru Beşiktaş’tan geçerseniz Kadıköy’e, sizden daha mutlusu yoktur. Elinizde çayınız mutlaka olmalı ama.
Bunların yanı sıra bir de İstanbul’a dair kitaplar almaya, romanlar okumaya başladım. Eskiden İstanbul’a dair okuduğum kitaplardan Orhan Pamuk’un İstanbul anı-romanı ile Yorgo Theotokas’ın Leonis’ini hatırlıyorum. İkisi de İstanbul’a dair çok güzel romanlardı. En son ise iki gezi kitabı okudum. Bir İstanbul Seyahati – 1788 ile 1890’larda İstanbul. Onları da paylaştım buradan. Okumanızı tavsiye ederim.
Özellikle 1890’da İstanbul’u ziyaret edern Francis Marion-Crawford‘ın yazdığı yazıda bir manzara anlatır. Karlı bir kış günü tekneyle İstanbul’a, yani Eminönü tarafına doğru ilerlerken hava çok kapalı olmasına rağmen biraz sonra bulutlar tam bugünkü Sarayburnu civarında dağılır ve bulutların arasından güneş görünür ve tüm ışığını İstanbul’un üzerine gönderir kısa bir süreliğine. Geçtiğimiz kış yaptığım çok sayıdaki vapur seyahatlerimin birinde ben de Kadıköy’den dönerken böyle bir manzara ile karşılaşınca kitap aklıma geldi. O kadar güzeldi ki İstanbul o anda, dünyanın en güzel şehri olmuştu yeniden. İstanbul’un güzelliğine o manzara ile çok daha kolay şahit oluyor, bir daha bu şehre aşık oluyorsunuz.
İstanbul gibi bir dünya başkentinde yaşıyorsanız, bir şekilde keyfini çıkarmayı da ihmal etmeyin, günlük karmaşanın içinde. Diğer türlü keyifsiz herhangi bir şehirde yaşamaktan farklı olmaz hayatınız.
Not: Tüm fotoğraflar bana aittir.