Sağlık Çalışanları ve Olmayan “Doktor Âzem”in Hikayesi
Ortaokul zamanlarımdı. Babamın en yakın arkadaşlarından birinin oğlu Doğubeyazıt’taki Sağlık Meslek Lisesi’nde okuyordu. Bitirince sağlık memuru olacaktı devlet hastanesinde. Babam benden “hayatımı garanti altına almak” için o lisenin sınavına girmemi istedi.
Ortaokul son sınıfta Erzurum’a sınava gittik. Ve hiç hazırlanmadan girdiğim sınavı 3. Olarak kazandım. Çok sevinmiştim. Eylül ayında da gidip okula kaydımı yaptırdık. 2 hafta sonra annemin müthiş çabası ve azmi sayesinde babam gelip oradan kaydımı aldı ve süper liseye kaydettirdi beni. Annem sağlık memuru olmamı değil, üniversite okumamı istiyordu. Babam lise mezunu, annem ise ilkokul terk idi. Vizyonun eğitimle çok da ilgili olmadığını o zaman öğrendim.
Liseye başladım ve zaten geride olduğum için ilk sene, hazırlıkta ciddi çabaladım, ders çalıştım. Lise dönemim de başarılı gidiyordu. Öğretmenler vs. herkes benim iyi bir şeyler yapacağımı düşünüyordu. Daha 1. Sınıfın ortalarından itibaren babamdan bu sefer tıp okumamla ilgili baskı gelmeye başladı. Çünkü en büyük halamın oğlu Cerrahpaşa’da tıp okuyordu. Kendi oğlu da okuyabilirdi. Benimse aklımda mühendislik vardı. Bilgisayar mühendisliği. Ayrıca daha da önemlisi biyoloji dersini sevmiyor ve yeterince anlamıyordum. İlgimi çekmiyordu. Öğrenim hayatım boyunca Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersi dışında en zayıf olduğum iki dersten biriydi Biyoloji. Hep 5 üzerinden 3 geliyordu. Daha fazlası çıkmıyordu. Çünkü biraz önce de söylediğim gibi ilgim yoktu.
Meslek seçimi hayattaki en önemli kararlarımızdan biri. Belki de en önemli kararımız. Sonradan değiştirme şansımız tabii ki olabiliyor kimi zaman ama büyük oranda o mesleğe tıkanıp kalıyoruz. Senelerce, 30-40 sene boyunca nefret ettiğiniz bir mesleği icra ettiğinizi düşünebiliyor musunuz?
Analitik düşünme bende daha o zamandan vardı. Kendimi tıp okurken hayal ettim. En az 6 yıl okumam gerekecekti. Okul bitince pratisyen hekim olacaktım. Sonra TUS ve 2 yıllık uzmanlık dönemi. Ondan sonra da devam ederim diyordum. 4 yıl doçentlik, 4 yıl profesörlük için. 16 yıllık bir süreç en az. Ki bu en iyimser ihtimaldi. Daha da uzayabilirdi. Hem sonra doktorları düşündüm. Sürekli nöbetler, hayatını başkalarının hayatını kurtarmak için adama, sürekli ve hayatımın devamındaki her anını etkileyecek bir seçim yani.
Kan görmeyi sevmediğimi söylemiş miydim? Onu atlamıştım, evet. Kan görmeyi de sevmiyorum. Çocukken çok burnum kanardı benim. Onun etkisi belki de. Durum böyle olunca, tıp okumanın da benim için ne kadar yanlış olacağına daha o zaman, 17 yaşındayken fark etmiştim.
Biraz konudan konuya atlamış gibi olacağım ama geçenlerde Netflix’te izlediğim Pandemic belgeseli de aklıma geliyor. Bir kasaba doktoru anlatıyor: “Herkes deli misin?” diyordu. Tek başıma nasıl yapacağımı soruyordu. Bense bir köyde/kasabadaki tek doktor olmayı, herkesin derdine derman olmaya çabalamayı, iyi zamanlarında sağlıklarını desteklemeyi, kötü zamanlarında iyileşmelerini sağlamayı, incindiklerinde onlarla ilgilenmeyi, hastane dışında da onlarla birlikte olmayı istediğimi söylüyordum. Çünkü bu hayatımın amacıydı. Çocukluktan bu yana tek hayalimdi. Hayattaki tek tutkumdu.
ABD’deki bir başka doktor, daha eğitimi sırasında bulaşıcı hastalıklar, virüslerle ilgili çalışmaya başladığını ve o alanda ilerlemek istediğini söylüyordu. Onun için de uykusuz olmak, gecenin bir yarısında haber alıp gitmek ve insanlara yardım etmek gayet doğaldı. Tutkusuydu hayatının.
Tıp, sağlık alanı, ciddi anlamda kendini adamışlık talep ediyor. İnsanlara bakmak, onların sağlıklarını yeniden kazanmalarını sağlamak… Yaşama amaçları bir nevi. Her doktor için o seviyede olup olmayacağını bilmiyorum ama Cerrahpaşa’da tıp okuyan yakın bir arkadaşımın ablasını biliyorum. Hiç doktorluk yapmadı. Çünkü ailesinin zorlaması ile okumuştu okulunu. Hem de 6 senede bitirmişti. Ama doktorluk yapmak istemediği için farklı alanlara kaymıştı sonradan.
Haftalardır dünyada bir virüs salgını var ve hepimiz bu nedenle evlerimize tıkanmış durumdayız. Dışarı çıkmak, çok zorda kalmadığımız sürece yasak. Bu süreçte virüsle doğrudan mücadelede en ön saflarda sadece onlar var: Sağlık çalışanları. Sadece doktorlar değil, hastabakıcılar, hemşireler, sağlık memurları, çeşitli alanlardaki uzmanlar, laboratuvar çalışanları… Hepsinin bir amacı var: Hastalığa yakalananları sağ salim evlerine gönderebilmek. Bu uğurda ölen de ne yazık ki çok fazla.
Şöyle geriye yaslanıp bir düşünelim. Biz evimizin konforunda rahat rahat otururken onlar virüse yakalanmış olanlarımızla birebir etkileşimdeler ve hasta olanlarımızı kurtarmak için insan ötesi bir çaba gösteriyorlar. Uyku yok. Dinlenmek yok. Tek amaçları hastaların kurtulmalarını ve evlerine sağlıklı şekilde dönmelerini sağlamak.
Burada, Londra’da geçtiğimiz akşam birebir denk geldim. Herkes evlerinden dışarı çıktı ve saat tam 20.00’de alkışlamaya başladı. NHS (İngiltere Ulusal Sağlık Sistemi) çalışanlarını kutlamak ve desteklerini göstermek için. O birlikteliği görmek müthiş bir duygu uyandırıyor insanın içinde. Bize düşen ise, bu süreçte, kendimize çok dikkat edip çok zorda kalmadığımız sürece dışarı çıkmamak, dışarı çıktığımızda kendimizi diğer insanlardan uzak tutmak, hastalanmamaya ve hasta etmemeye çalışmak. Başka bir şey değil.
Aşağıda 28 Mart 2020’deki korona virüs vakalarının sayılarını görebilirsiniz.
Şimdi de 29 Mart 2020’deki, yani bugünkü sayılara ve artışa bakalım.
Bir günde dünya genelinde %7’ye yakın artış göstermiş vaka sayısı. Ölümler de %8’lik bir artış söz konusu. Yani artış hızı fazla. Aşağıdaki grafik artışın hızını çok daha kolay algılanmasını sağlıyor.
Şimdi gelelim kötü senaryoya, bunları yapmaz isek ne olacağına:
Çok basit aslında. Dikkat etmeyenlerin başında İtalya’yı görüyoruz zaten. Durum öyle içinden çıkılmaz hale geldi ki orada, ülke genelinde karantina uygulamak zorunda kaldılar. Virüs aşırı bulaşıcı. Öyle hızlı bulaşıyor ki, hastanelik olma oranları çok düşük olmasına rağmen daha şimdiden hastaneler dolup taşmış durumda. Sağlık çalışanları da yeterli ekipman ve özen olmadığında virüsten ilk başta etkileniyorlar. İtalya’daki korona virüs vakalarının %9’u sağlık çalışanlarıymış. Çok ciddi bir oran gerçekten.
Onları da kaybettiğimizde virüse karşı elimizde başka hiçbir silah kalmıyor. Ordularınız istediği kadar güçlü olsun. Virüslere karşı silahla savaşamazsınız. Sağlık çalışanlarınız bu konudaki tek ordunuz ve silahınız. Onlar olmadığında da virüsün ne yayılımı durdurulabilir, ne de insanların ölümü. Bünyesi sağlam olan yüz milyonlarca insan kurtulacak ve hastalığı atlatacak. İngiltere’nin bu işin başındaki planı gerçekleşecek yani. Yalnız yüzbinlerce insan her ülkede bu uğurda ölecekler. Kimi ülkelerde milyonlarca olacak ölümler. Milyonlarca can bu dünyadan yitip gidecek. Arasında mutlaka sizlerin de sevdiklerinden olacak. Özellikle yaşı nispeten ileri olan ya da kronik rahatsızlığı olan insanlar.
Sorum şu: Sırf kendi rahatınız için, evde kalmaktan, kendinizle, ailenizle, sevdiklerinizle, eşinizle, çocuklarınızla kalmak bu kadar mı kötü? Bu kadar mı bencilsiniz? Tüm dünya ölüme gitsin, yeterki ben can sıkıntısından kurtulayım mı diyorsunuz?