Zülfü Livaneli ile Suç ve Ceza
Suç ve Ceza’yı okudunuz mu?
Ben okudum. Şimdilerde İngilizce’sini sesli kitap olarak dinliyorum hatta. Yeniden hatırlamak iyi geliyor. Bana göre gelmiş geçmiş en büyük romanlardan biridir Suç ve Ceza. Dostoyevski’nin kahramanı Raskolnikov’un yaşadığı suçluluk duygusunu, vicdanı ile hesaplaşma çabasını anlatıyor büyük ölçüde.
Bir hafta kadar önce akşam metroya doğru yürürken bir yandan da ne dinleyeyim diye düşünüyordum. Uzun zaman aradan sonra Nilay Örnek’in “Nasıl Olunur?” adlı podcast serisine yeniden baktım ve Zülfü Livaneli’nin adını görünce hemen dinleyeyim diye açtım. 1 saat 38dk sürüyor tüm sohbet. Azıcık gözüm korksa da başladım dinlemeye. Eve döndüğümde bitirmiştim podcastı dinlemeyi.
Zülfü Livaneli Türkiye’de en beğendiğim insanlardan biridir. 75 yaşındaymış, bugün öğrendim. Bir dönem siyasetin içine girse de daha çok yazar, yönetmen ve müzisyen aslında. Çok yönlü kişilerden öğreneceğimiz müthiş fazla bilgi var. Şimdi sohbetin tamamını anlatsam dinlemenize mani olmuş hissederim. Baştan sona dinlemek gerek bence. Anlatılanların arasında ilgimi çeken çok fazla detay olsa da özellikle Suç ve Ceza’ya ve Raskolnikov’a dair yorumu hoşuma gitti. “Öyle bir karakter bizim memlekete göre değil” minvalinde bir söz etti. Çünkü Raskolnikov romanda bir suç işliyor ve ardından duyduğu vicdan azabı ve pişmanlığı okuyoruz uzun süre.
Bizim memlekete göre değil demek bizim insanımızın yapısının öyle olmadığını iddia etmek demek. Tabii ki her bir insan için söylenemez bu iddia ama söylediğine katılmamak elde değil. Günümüz insanlarını düşünün. Herkesin derdi başkasını suçlamak. Daha geçende “tam kapanma” öncesinde kapanmayı İstanbul’da yaşadıkları evde geçirmekten ziyade yazlıklarında geçirmek isteyen yüzbinlerce insan tatil kasabalarına akmıştı. Bir detay duydum: 15 dakika önce gelen kişi yeni gelenlerden şikayetçi oluyordu. Halbuki kendisi de aynı haltı yemiş olmasına rağmen başkalarını suçlamakta beis görmüyordu bu insanlar.
Gelelim Kemal Sunal filmleri ve Aziz Nesin romanlarına, öykülerine. Ne alaka diyebilirsiniz. Okumaya devam edince anlayacaksınız. Kemal Sunal filmleri ve bir kısmının esinlendiği Aziz Nesin romanları aslında Türkiye halkını anlama açısından oldukça önemli. Zübük karakterini düşünün mesela. Azıcık geçmişe baktığınızda öylesini görmek çok mu zor sizce? Ya da diğer Kemal Sunal filmlerini, Aziz Nesin romanlarını düşünelim.
Aziz Nesin denince aklıma bir fıkra geliyor:
Zamanında yurtdışından bir hayranı gelmiş Aziz Nesin’i ziyarete. İlk gün “Sör Aziz Nesin” diye hitap ediyormuş. Bir nevi ilah gibi görüyormuş. İlerleyen günlerde “Sör Aziz Nesin” olmuş “Mister Aziz Nesin”. Daha sonra Aziz Nesin, ve sadece Aziz’e kadar dönüşmüş adamın hitabı. Bir gün “Lan Aziz” demeye başlayınca Aziz Nesin’in yakınındakilerden biri sormuş.
-İlk günlerde resmen tapıyordun Aziz Nesin’e, Sör Aziz Nesin diyordun. Sonra değiştin ve şimdi Lan Aziz demeye başladın. Ne değişti bu arada?” Adam da cevaplamış.
-“Ben yazılarını okuyunca hayran olmuştum Aziz Nesin’e. Müthiş bir hayal gücü olduğunu düşünüyordum. Yalnız şimdi Türkiye’ye geldim. Burada yaşıyorum. Buradaki insanları tanıdım ve Türkiye’de Aziz Nesin’in yazdıklarını yazmamanın garip olduğunu fark ettim. Çünkü tüm karakterleri zaten gerçek hayattaki insanlardan alınma. O karakterler gündelik hayatta zaten varlar. Yani hayal gücü sandığım şey aslında gözlemmiş. Aziz Nesin aslında günlük hayatta gördüğü insanları yazmış. Hayal gücünü kullanarak değil. O nedenle saygımı yitirdim” demiş.
İşte Zülfü Livaneli’nin yorumu da o nedenle doğru geldi bana. Bizim millette suçluluk duygusu ve suçluluktan doğan vicdan diye birşey yok. Tam tersine karşısındakini suçlama var. Mesela daha bu sabah Instagram üzerinden bir görsele yorum yazdım. Birçok itiraz duydum. Konu dil öğrenme idi ve herkes şikayetçi idi eğitim sisteminden. Ama kimse kendisine bakmıyordu, dönüp çuvaldızı sisteme batırmadan önce iğneyi kendi üzerinde deneyen yoktu. Herkes sistemi eleştiriyordu. Sistemin, eğitim sisteminin kötü olduğunu, hiçbir zaman da iyi olmadığını ya da iyi yapılmaya çalışılmadığını, iyi yapmaya çalışanların da engellendiğini herkes biliyor. Unutmadan, PISA testinde kendi dilinde okuduğunu anlama konusunda dahi son sıralarda olduğumuzu unutmayalım. Yani biz kendi dilimizi dahi doğru düzgün anlamıyoruz ve kullanmıyoruz dolayısıyla. Başka dilleri öğrenmek bambaşka bir dert yani. Ve herkes de bahane bulma derdinde. Eğitim sistemindeki yapılanları düşününce Köy Enstitüleri aklıma geliyor. Kapattıranları düşünün. Neden kapattıklarını düşünün. Buraya ve buraya tıklayarak farklı yorumları bulabilirsiniz.
Konudan sapmadan, devam edeyim. Yorumlarımda basitçe eğitimin, öğrenmenin aslında çok yönlü olduğundan bahsettim. Yani sistem kötü olsa da bizim elimizden geldiğince öğrenmeye, verileni almaya çabalamamızdan bahsettim. Bilirsiniz, iletişim çift yönlüdür. Karşı tarafın ilettiğini bizim alıp almak istemediğimiz kritik önemdedir. Bizim algılarımız açık değilse, istemiyorsak, hele de öğrenmek için çaba göstermiyorsak, öğrenemeyiz ki. Sistem kötü, evet. Peki biz mükemmel miyiz? Yeterince çabalıyor muyuz derslerde öğretilenleri almak için? Kişisel görüşüm bu soruların cevaplarının Hayır olduğu yönünde.
Suçlama psikolojisini az biraz biliyorum. Suçlayınca aslında bir nevi psikoljideki savunma mekanizmalarından yansıtma ve bahane bulmayı yapıyoruz. Ama sonuç değişmiyor bu yaklaşımımızla birlikte. Yani suçluyu suçlu ilan ettikten sonra biz öğrenmiş olmuyoruz. Bizim hayatımızda değişen birşey olmuyor. Tek olan içimiz bir anlık rahatlıyor. Peki sonra? Sonrası malum, hayatta kalmaya çabalamakla geçiyor tüm ömrümüz. İlerleyemiyoruz. Daha iyi yerlere gelemiyoruz. Bulunduğumuz döngüde dönüp duruyoruz.
Raskolnikov ise aynı yerde kalmıyor. O işlediği suça dair önce kendi içinde hesaplaşma, vicdanı ile hesaplaşma ve son olarak da toplum ile hesaplaşma derdinde. Raskolnikov ilerliyor. Vicdanını temizliyor. Bizim memlekette adam kadına bakıp kendi davranışından dolayı kadını suçluyor. “Neden öyle giyinmiş?” diyor mesela, “Neden ona baktım?” diye düşünmeyi aklının ucundan dahi geçirmeden önce. Halbuki Raskolnikov gibi kendi iç muhasebemizi yaparsak, eteklerimizdekileri temizleyip daha ileri gidebiliriz. Sorunlarımızı aşabiliriz. Tamamen tercih meselesidir bu da.
Bizim memlekette herkes haklıdır. Çünkü başkalarıdır haksız olan, sistemdir. Sistemi düzeltmeye dair de kimsenin çabası yoktur ama diğer yandan. Sonuç? Hepimiz biliyoruz sonucu.
Yani bizim memlektten Raskolnikov gibi karakteri olan roman kolay kolay çıkmaz. Çıksa da halkta karşılığı bulunmaz.